Uyuşturucuyla mücadele sadece hekimlerin ve sağlık kurumlarının sırtına yıkılmamalı. Sağlık kurumlarının ve hekimlerin görev tanımlarında uyuşturucuyla mücadele etmek yoktur. Tam tersine bağımlılığı tedavi etmek vardır. Soru şu: Bağımlı, bağımlılığı nerede, ne şekilde kazanıyor? Uyuşturucuyla mücadele en başta siyasi iktidarın iradesi ardından da kolluğun görevidir. Siyasiler irade göstermez ise yüz metreye bir AMATEM, ÇAMATEM, arınma merkezi, bağımlı köyleri hatta kasabaları, şehirleri kursanız bile nafile. Bir düşünün? Bir kale surlarla çevrili; eğer koruyucular ve yönetenler zafiyet göstermezse içeriye uyuşturucu nasıl girer? Bu sorunun cevabını merak edenler için iki kitap önereceğim birincisi bundan önceki yazımda da atıfta bulunduğum Timur Soykan’ın Baron istilası kitabı diğeri de Murat Ağırel’in Havala kitabı. Şimdi her iki kitaptan da bahsetmeyeceğim. Merak eden okusun.
Sevgili okurlarım ben hasbelkader uyuşturucu ile tanışmış ve bağımlılığı gelişmiş yurttaşlarımız için bağımlılıklarının tedavi edilebileceği tıbbi kurumlar ve merkezler, isimleri ne olursa olsun, açılmasın demiyorum. Konuya bir de bu açıdan bakın diyorum. Mücadelenin saç ayaklarından birini tabiiki sağlık kurumları oluşturuyor. Demem o ki, siyaset – kolluk ve tıbbiye üçlüsü sacın ayaklarını oluşturuyor. Biri eksik ya da görevini gereğince ifa edemese sonuç başarısız oluyor. Bunu da gözden kaçırmamalıyız. Sadece mücadelenin sağlıklı yürümesi ve sonuç vermesi için uğraşıyorum. Gerçekleri göz ardı ederek çözümü sadece tedavi odaklı görmek en hafif ifadeyle saflık olur. Bağımlı, yani hasta, söz gelimi bahse konu sağlık kurumlarında tedavi edildi ve şifa bulmuş bir şekilde taburcu edildi. Bununla da yetinilmedi hasta altı ay veya bir yı,l her ne kadar süre gerekiyorsa, bir merkezde meslek te edindi. Diyelim ki hastaya barınacak yer de sağlandı ve taburcu edildi. Eğer uyuşturucu maddeye erişimi kolaysa inanın tedavi sürecinden daha kısa süre içinde tekrar bağımlı olarak karşımıza çıkar.
Gelin sizlere bir masal anlatayım; masal bu ya, diyelim ki orta çağda demokrasi ile yönetilen bir kent devletin de yaşıyoruz. Yöneticileri biz seçiyoruz. Koruyucuları da yani muhafızları da biz yetiştiriyoruz. Bizim devletimiz İç iç içe geçmiş, bir en kalın sur ikincisi orta sur ve iç sur ile korunsun. Devletimizim tek kapısı var onu da kendi yetiştirdiğimiz mahafız- koruyucularımız kontrol etsin.
Kent devletimizde dışarıdan gelen yabancıların sıkı bir şekilde üst aramaları yapılıyor ve dışarıdan gelenler kılıçlarını, bıçaklarını, oklarını ve içeri sokulması istenmeyen eşyalarını çıkış yapana kadar emanete alıyorlar. Devletimizin talep ettiği mallar da önce bir ambara alınıyor ve iyice incelenip araması yapıldıktan sonra tüccarlara ve devletimizin esnaflarına veriliyor. Devletimiz de eğitim ve sanat döneminin en üst seviyesindeyken, yurttaşlarımız ve gençlerimiz mutluluk içerisinde yaşarken birden bire gençlerimiz, komşularımızın çocukları ve bizim çocuklarımız uyuşturucu denen bir illetle tanışıyor. Devletimizin parlamentosunda yurttaşlarımızın önde gelenleri ile yöneticilerimiz bu soruna çözüm bulabilmek için tartışmalara ve akıl yürütmelere girişiyorlar. Bir kanat, “Derhal devletimizde hekimlerimiz toplansın ve yeterli gelmez ise dost devletlerin hekimlerini de ülkemize getirmek kaydıyla revirler hastaneler kurulsun.” diyor. Bir diğer kanat ta, “Bu uyuşturucu maddeyi belli ki biz üretmediğimize göre bu madde dışarıdan içeriye sokuluyor. Bu maddeyi içeri sokanlar, yöneticilerimiz ve koruyucularımız zafiyet göstermez iseler içeriye nasıl girer? Önce bunu araştıralım. içeriye girişine engel olabilmek için gereken denetlemeleri ve tedbirleri almak yönünde enerjimizi kullanalım.” diyor.
Tabii ki, iki taraf ta doğru bir işe işaret ediyor. Anlatmaya çalıştığım uyuşturucuyla mücadele tüm kurumlar tarafından esaslı bir şekilde koordineli olarak ve zafiyet gösterilmeden yapılmalı. Asıl sorunu gözden kaçırtıp sorunun çözümünü bir kurumun sırtına yüklemek vicdansızlık ve o kuruma haksızlık olur. En nihayetinde de sorunu çöüzmsüz kılar.